Ana Sayfa Arama Galeri Video
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

SEKSENLERDE İNÖNÜ’DE ÇOCUK OLMAK 3: KIŞ MANZARALARI

  Prof. Dr. Murat

 

Prof. Dr. Murat Ali KARAVELİOĞLU

-Ak pâk rahmetten beyaz felakete (!) savruluşta bize küsen kışlara dair-

Çağımızın önemli problemlerinden biri de “küresel ısınma” olarak ifade edilen ve iklim üzerinde değişiklere ve bozulmalara sebep olan, yani mevsimlerin süre ve etkilerini değiştirip bozan belirtilerdir. Belki küçük yansımalarla birkaç yüzyıldır var olan bu problemin son yıllarda kendisini iyice hissettirdiği görülüyor. Bugün bilim adamlarının açıklamaları, tehlikenin boyutlarını biz sıradan insanlara gösteriyor olsa da insanlığın felaketiyle sonuçlanması muhtemel böyle bir probleme sebep olan daha etkili kişi, şirket yahut ülkeler pek oralı olmuyorlar. Öte yandan kendimi bildim bileli duyduğum “bu yıl kış olmadı”, “bu sene hiç kar yağmadı”, “bu sene de çok kar yağmadı, yaz zor geçecek” gibi hayıflanmalar, sözünü ettiğimiz ters gidişin, insanımız arasında doğurduğu rahatsızlık ve endişeyi anlatıyor. Hele yaşadığımız son kış mevsimi, neredeyse hiç kar yağmaması bir yana, hatırı sayılır soğuk bile olmaması, hatta yağmurun da pek az yağmasıyla bilinçli kimseleri daha çok kaygıya sevk etmiş görünüyor. Hele İnönü’nün ekseriyeti çiftçi olan halkı, manzarayı daha büyük bir endişeyle izliyor.

Çok değil, bundan 30-35 sene önce, bugün çocuk yaşta olanlarımızın ancak fotoğraflarda, filmlerde yahut belgesellerde görebilecekleri derecede çetin kışlar yaşanırdı. Belki bizim “çetin” dediğimiz bu kışlar; babalarımızın nesli için hafif kaçabilir; ancak son yıllardaki vaziyet, bizi dahi kendi çocukluğumuzun kışlarına hasret bırakıyor.

Çocukluk mevsimlerimizi yaşadığımız seksenli yılların kışları uzun ve bol yağışlı geçerdi. En azından günümüz kışlarına nazaran öyleydi. Aralık ayının girmesiyle başlayan kış, Mart ayını kendine katıverirdi. Hatta Sonbaharda kar yağdığı çok olduğu gibi Nisan ayında dahi kar yağdığı vakidir. Bir Nisan ortası küçük bir çocuğun avuç içi büyüklüğünde kar yağdığını iyi hatırlıyorum. Hatta hastalandığım bir karlı kış günü otobüsler çalışmayınca belediyenin tekerlekleri zincirli arabası imdada koşmuş ve Eskişehir’deki hastaneye öyle gidebilmiştik. Keza bir başka kış, Eskişehir dönüşü otobüsümüz yoldan çıkınca Çukurhisar’da bir eve misafir olmak zorunda kalmıştık. Belli bir yaşın üzerindekiler 1987 kışını hatırlarlar. Tek kanallı televizyonda kış haberi yapılıyor ve İstanbul’a 50 cm kar yağdığı söyleniyordu. İşte o yılların kışları böyleydi. Sadece karın yağması değil, kışların soğuk da geçmesi gerekir. İstanbul Boğazı’nın buz tuttuğu ve karşıdan karşıya yürüyerek geçilebildiği kışlar gibi. Nitekim biz “Zemherir, Hamsin, Mart Dokuzu” gibi kış tabirlerini yaşayarak öğrenmiştik. Gençler içinde bunları bilen, hatta duyan var mı?

Seksenlerin kışlarıyla ilgili anlatılacak ilk hatıra elbette kar oyunlarıdır. O zaman TRT’den başka televizyon kanalı olmadığı için meteorolojiden hiç haberdar değildik. Gündüzden lâtif bir yel esip ardından tatlı bir yağmur başladığında soğuk da başlardı ki kar yağacağını bilirdik ve başladı mı başlamadı mı, lapa lapa mı yağıyor tipi şeklinde mi diye ikide bir perdeyi aralayıp sokak lambasına bakardık. Bu heyecan başka neye değişilebilir ki? Sabahleyin uyanıp da tabiatın diz boyu karla kaplandığını gördüğümüzde dünyayı bize vermiş olurlardı. Her kar yağdığında muhakkak bir kardan adam yapmak âdettendi. Burnu mutlaka havuçtan, gözleri kömürden olmalı, ağız yerine kırmızı bir iplik parçası koymalıydı. Elinde çalgı süpürge tutması ise değişmez kuraldı. Atkısı ve başlığı olmazsa üşürdü. Çok kar yağdığı bir gün Hasan’ın rahmetli dedesi avlunun ortasına kardan bir inek yapmıştı, ama ne inek… Sırtına bile binmiştik; öyle sağlam, öyle görkemli… Şimdi düşünüyorum da acaba adam boyu kar yağsa ne olacak? Soba ölmüş, kömür gitmiş; süpürge bizi terk etmiş. İnişler, yokuşlar tesviye edilmiş, kızak olsa ne yazar?..

Sabahleyin başlayan kar oyunları öğlen “yağlı ekmek” menüsü yenildikten sonra devam ederdi. Acaba hiç üşümüyor muyduk? Kartopu savaşları ve kızak kaymak da değişmez kış oyunlarındandı. Kale’de, Alçengel yokuşunda, mezar başında ve şimdi belediye binasının bulunduğu eski sağlık ocağının yanından Yeşil Cami’nin önlerine kadar inen dik yokuşta saatlerce kayardık. Kızaklarımız ağaçtan mamuldü, plastik kızak henüz üretilmemişti. Bu kızakları da mahalleden bir iki ihtiyar dedemiz yapardı. Bedava, sadece biz mutlu olalım diye… Şimdi burada, yukarı ılıcada bahçesi olan, eşek arabasıyla oradan evine gelinceye kadar bize elma armut dağıtan ve kızaklarımızı ne de güzel yapan Zeybeklerin Hacı Dede’yi rahmetle anmam gerekir.

Soğuk kış günlerinde sabahtan akşama kadar sokakta oynadığımız hâlde üşümememiz sadece çocuklukla, hareketle, oyuna dalmakla açıklanamaz. Bir de elbiselerimizi hatırlamalıyız. Biz o yıllarda pantolonlarımız dâhil örgü elbiseler giyerdik. Şehre gidip alış veriş etmek imkânları pek kısıtlı olduğundan ninelerimiz, annelerimiz orlon ipten kazaklar, pantolonlar örerdi. Yün çorapları da dizlerimize doğru çektik mi soğuk bize neylesin. Üstelik elbiseler söküldü mü dikilir, çoraplar delindiğinde de gözenirdi. Ayakkabılarımız genellikle lâstik idi. Bot diye giydiklerimiz ise rahmetli kavaf Musa Emmi’den alınmıştı. Zamanla yırtılan, delinen bu ayakkabıları, su girmesin diye çoraplarımızın üzerine naylon poşet geçirerek giymeye devam ederdik. Hatta bir keresinde okulda ayakkabımı çıkarmam icap etmişti de ayağım poşetli olduğu için pek utanmıştım.

Kışın evlerimizin içi de çocuk gönlümüzün içi gibi şendi. Odalardan yalnızca birinde soba yanardı ve o soba hayatımızın merkezine oturmuştu. Ne işler görürdü. Isıtırdı, yandırırdı, pişirirdi, kaynatırdı, demlerdi, kuruturdu, nohudu kavurur, ekmeği kızartır, yoğurdu tuttururdu. Hem herkesi toplar konuştururdu, yedirir ve içirirdi. İnsanlar birbirini görür, konuşur, dertleşirdi. Komşular gelir, onun etrafına ilişirdi. Böylece sobanın sıcaklığı insanların sıcaklığıyla birleşir ve mutluluğu doğururdu. Nohutlar bir gün önceden suya yatırılır, ertesi akşama kadar iyice kabardıklarında sobanın üzerinde kavrulmaya hazır olurlardı. Önce suyu ardından ateşi yiyen aslı toprak nohut taneleri içlerindeki havayı boşaltarak etrafa sıçrarlardı. Böylece kâinatı meydana getiren ve eskilerin “anâsır-ı erbaa” dedikleri dört temel unsur (su, ateş, toprak, hava) tamam olurdu. Çocukluğumuzun belki de tek çerezini elimiz dilimiz yana yana yerdik. Haftalık banyolarımızı da sobalı odaya getirilen büyücek leğenin içinde yapardık. Evlere bağlanan telefonlar hep sobanın olduğu odaya konurdu. Diğer oda boşken gelinir, yer yatağı serilip soba dibinde yatılırdı. Yani koca bir kış hayatı ancak sobayla yaşanabilirdi. Şu kadarı var ki eğer bugün yoğurtlar eskisi gibi olmuyor, kaymak tutmuyorsa bunu sadece suni yemle beslenmeye değil sobanın yokluğuna da bağlamamız gerekir. Demem o ki, soba hayatımızdan sessizce çıkıp gitti ama beraberinde pek çok şeyi de alıp götürdü. En başta da samimiyeti, sıcaklığı, yakınlığı götürerek belki de onu terk ettiğimiz için bizi cezalandırdı.

Henüz kahveye çıkma alışkanlığımızın olmadığı uzun kış gecelerinin en önemli sosyal faaliyeti, anne ve ninelerimizle komşu oturmalarına gitmekti. Neredeyse hiçbir sosyal imkânın bulunmadığı ve sessizliğini sadece köpek ulumalarının bozduğu, bizzat karın ışıttığı soğuk sokaklarda rahmetli babaannemin sırtına biner ve oturmaya giderdim. Şimdiki gibi oyuncakların da olmadığı bir çağda başka çare bulunmazdı. Fakat orada ne yapardım, nasıl vakit geçirirdim, büyükler ne konuşurdu pek hatırlamıyorum. Yine de misafirliğe gidileceği akşam içimi sevinç kaplardı. Sanki bugünün sinemaya, tiyatroya yahut parka götürülen çocuğu gibi hissederdim kendimi. Vaktiyle hafızamı dolduran, şimdi çoğunu unuttuğum masalları, tekerlemeleri, ninnileri hep böyle kış geceleri dinlemiştim. Hâsılı kış gecelerinin de hayatımızda yaz akşamlarından daha önemsiz bir yer tutmadığını söyleyebilirim.

Tarla tapan işleri olmasa bile kışın da hummalı yaz mesaileri olurdu. Yazın evde veya tarlada tüketilecek yiyeceklerin bir kısmı kıştan hazırlanırdı. Henüz kış girmeden pekmez kaynatılır, salça yapılır, erişte ve mantı gibi hamur aşları hazır edilirdi. Bunlar hem kışın tüketilir, hem de yaza kadar yetecek şekilde yapılırdı. Böylece insan ömrünün bir senesi yazıyla kışıyla adeta bir hayat mücadelesine dönüşürdü. Ünlü şair Ahmet Muhip Dranas da kış mevsimini ve onda yağan kar’ı, hepimizin hislerine tercüman olurcasına büyük bir hüzün şarkısı hâlinde dile getiriyor:

Kar

Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu’dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram…

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır – tek, tenha – bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.